BÜYÜK UYANIŞ

Yavuz Alogan

Devlet hâkim sınıf ideolojisinin somutlaşmış ifadesidir. Buradaki “sınıf” elbette bir sınıflar koalisyonu da olabilir, hatta bu koalisyona çeşitli katmanlar, zümreler de eklenebilir. Böylece Devlet bütün bunların toplam ideolojisinin somutlaşmış ifadesi olur; asker ve sivil bürokrasi bu ideolojiye göre şekillenir. 

Türkiye’de şimdiki Devlet, Saray’ın yirmi yıl içinde yarattığı lumpen burjuvaziyi, çıkarlarına dokunulmadığı için rıza gösteren eski modern burjuvaziyi, toplumun en gerici zümresini oluşturan tarikat ve cemaatleri ve nihayet sadakati parasal yardımla temin edilen nüfusun en yoksul ve cahil yüzde 34’ünü çimento gibi birbirine bağlayan/yapıştıran ideolojinin somutlaşmış ifadesidir. Bu ideoloji, siyasallaştığı için yozlaşan, din olmaktan çıkarak bir hâkimiyet ve servet biriktirme aracına dönüşen, aynı zamanda bir moda olarak magazinleşen İslâm ideolojisidir. 

Bu nedenle hiçbir şey şaşırtıcı değildir.  

Mesela Millî Eğitim Bakanı’nın “Siz devleti hâlâ laik sanıyorsunuz enayiler / geçti o günler / tarikatlarla cemaatlerle on protokol yaptım, daha da yapacağım” mealinde konuşması; kendisini hâkim ideolojinin baskısı altında hisseden Millî Savunma Bakanı’nın ilk anda refleks olarak   “askerî öğrencinin yakasına takması gereken resim” diye konuşması (utanmasa, “malûm şahsın resmi”  diyecek!)  şaşırtıcı değildir.  

Yeni Şafak gazetesi yazarının “Kemalizm ile FETÖ arasında hiçbir fark yoktur, ikisi de tarikattır” demesi, eşzamanlı olarak darphanenin Fethullah’ın altı torbalanmış pörtlek gözlerini Mustafa Kemal’in kalpaklı fotoğrafına monte ederek algı operasyonuna âlet olması; Diyarbakır’da ilkokul öğrencilerine Saidi Nursi kıyafeti giydirilerek çocuklara bu Cumhuriyet düşmanı gericiyle özdeşlik kurdurulması, anaokulunda imamın ders vermesi, öğrencilere cami ve mezarlık temizletilmesi … bütün bu olaylarda şaşılacak bir şey yoktur. 

İmamın camiden çıkıp kışlaya ve okula girmesine, askerin tekkeye gitmesine, millî eğitimin tarikat ve cemaatlere teslim edilmesine razı olmayacaktınız… Kendi içindeki tarikat ve cemaat hiyerarşisine göz yuman bir orduda disiplinden söz edenin, Mustafa Kemal’in deyişiyle, “şaşarım aklı perişanına!”

Neyse uzatmayalım…  

Saray iktidarı şiddet kullanmadan, zamana yayılmış küçük müdahalelerle ideolojik iklimi değiştirerek, yasama organına dikte ettirdiği yasaları çıkararak, Anayasa’yı kuşa çevirdikten sonra rafa kaldırarak, nüfusun bir bölümünün Medeni Kanun’u ihlal eden bir sosyal hayat tarzı içinde toplumun genelinden ayrılmasını teşvik ederek güç toplamış ve böylece “ancient” (eski) rejimin demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olma hedefini iptal etmiş, bu hedefe uygun olarak inşa edilen bütün kurumları yıkmış, yok etmiştir. 

Buraya kadar şaşılacak bir şey yok fakat sonrasında büyük bir sorun var.

Saray mevcut Devlet’i yıkınca, kendi kadrolarını, kendi partisinin milyonlarca üyesini devlet olarak örgütledi. Halkın yarıdan fazlası bu durumu gördü, dışlandığını fark etti. İktidar partisinin halkın yarıdan fazlasını kendi kaderine terk ederek kendisini Devlet olarak örgütlediği anlaşıldı. Yurttaşlar sağlığın, eğitimin, güvenliğin en hasının ve ucuzunun kendileri için değil onlar için, ötekiler, hatta yabancılar için olduğunu kendi hayatında tecrübe etti.

Orta sınıf muazzam bir gelir eşitsizliği uçurumunun dibine yuvarlanarak parçalandı. Damadın yarattığı karanlıkta uyanan sıradan insanlar Nebati’nin ışıldayan gözlerine bakarak, Medine dilencisi gibi dolaşıp para arayan Maliye Bakanı’nın hareketlerini izleyerek; Dilan-Engin Polat çiftine, pastanede milyon dolarlar dolu çantalarla dolaşan  meşhur adamlara, villalarda oturan uluslararası mafya şeflerine bakarak Saray’ın ekonomiyi nasıl yönettiğini iyice öğrendi. 

Büyük Uyanış böyle başladı.

Saray  ise bütün icraatlarının, gizli saklı niyetlerinin deşifre olduğunu anladı. Yurttaşların giderek nefret ve öfkeyle dolduğunu, maaş zamları ile fiyat artışları arasındaki ölümcül yarışın sürdürülemeyeceğini, ekonominin nass’larla yönetileceğine kimsenin inanmadığını; işçilerin, öğrenci velilerinin, Kemalist askerlerin hareketlenme belirtileri gösterdiğini, TÜSİAD’ın bile “eğitim sisteminde tarikat ve cemaatlere yer olmamalı” diye mırın kırın etmeye başladığını gördü. Mart yerel seçimlerinden sonra uygulanacak sıkı para politikalarının, işten çıkarmaların, dayanılmaz yoksullaşmanın nasıl sonuç vereceğini anladı. Haziran korkusu zaten benliğini ele geçirmiş, hiç azalmamıştı. 

Bir an önce yasal güvenceye kavuşmak isteyen cemaat ve tarikatlar, paralarını nereye istifleyeceğini bilemeyen lumpen burjuvazi, ulufenin kesileceğinden korkan bütün çevreler Saray rejiminin sürdürülemez olduğunu hissettikçe telaşa kapıldı ve yeni bir anayasayla karşıdevrimin tamamlanması için Saray’a aşağıdan baskı yapmaya başladı. Bunun üzerine Saray, ilk kez bir seçim öncesinde herkesi kapsayıp kucaklama, hayat tarzlarına saygı gösterme söylemini terk ederek daha açıktan oynamaya, iyice şımaran gerici zebanileri denetleme çabasını gevşetmeye, toplumun yarıdan fazlasına karşı mevzilenmeye başladı. 

Çatışmanın ilk top atışlarını yerel seçimler öncesinde bel altı vuruşlar, siyasî manipülasyonlar, aşağıdan ve yukarıdan azgın çıkışlar biçiminde göreceğiz. Anayasa Mahkemesi’nin yok sayılması bu sürecin ilk adımıdır. 

Son seçimlerin hemen ardından Sayın Reis önce dış cepheyi tahkim etti: AB’ye iltifat, ABD ve NATO’ya reverans; Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ta düşük profil, Ege’de sıcak dostluk…  Avrupa’nın güvenliğinin Saray’ın göçmen /sığınmacı politikasına bağlı olduğunu bütün medeni âlem alkışlarla kabul etti. Böylece kusursuz bir gerici diktatörlük kurma çabasına Batı’dan gelebilecek tepkilerin önü alınmış oldu.

Şimdi Saray, bütün güçlerini toplayarak iç cepheye yüklenecektir.  2023 Anayasası’yla “de facto” rejimini “de jure” hâle getirmek, yani fiili durumunu hukukî yapıyla taçlandırmak için son hamlesini yapacaktır.

İşte burada zurnanın zırt dediği yere gelmiş bulunuyoruz.

Bunu yapabilir mi? Halkın yarısının büyük uyanışı tezahür etmeye başladığında elindeki baskı aygıtlarının tam itaatini sonuna kadar sağlayabilir mi? 

Şu yirmi yıl içinde siyasî iktidarın toplumun yarısına, geçmişte askerî cunta, hatta bazı sivil iktidar dönemlerinde bile görülen türde sahici bir baskı, zulüm ve şeytanî provokasyonlar uyguladığını söyleyemeyiz.  Her zaman açık konuştular, niyetlerini asla saklamadılar fakat temkinli manevralarla ilerlediler, hasımlarını cephe cepheye gelmeden, yandan yandan dolanarak saf dışı bıraktılar. İktidarın zirvesinde bile “takıyye”den geri durmadılar. 

Lakin toplumsal buhran, yönetememe krizi, aşağılardan, gerici tabandan gelen baskılar ve halkın yarısının Hakikat’e uyanışı nedeniyle Saray, bu ılımlı tutumunu artık sürdürmez.  

Eşiği atlayıp hayalindeki rejimi kuramazsa, yarattığı gerici zebanileri denetleme gücünü kaybedecek, uyanan ilerici  kitlelerle karşı karşıya gelecek ve kaçınılmaz biçimde çökecektir. Sonbaharını yaşayan her baskıcı rejim gibi vidaları sıkıştırmak, zart zurt ederek şiddet kullanmak zorunda. 

Sonuç olarak, İttihat ve Terakki’yle başlayıp 1961 Anayasası’na uzanan çizgi ile Hürriyet ve İtilaf’la başlayıp AKP iktidarına uzanan çizgi arasında; başka deyişle, millî birlik ile anasır-ı İslâm ya da millet ile ümmet arasında kesin sonuçlu nihai hesaplaşma, çeşitli ara evrelerden geçilse bile, kaçınılmaz görünmektedir.  

Yavuz Alogan


Mehmet Ali Arslan NameGazetesi Name Gazetesi